1. İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ DÜZEN ve DEĞİŞİMİN SİNYALLERİ

Günümüzde ihtiyaç duyulan enerjinin büyük bir çoğunluğu fosil ve nükleer yakıtlardan elde edilmektedir. Bu yakıtların gerek çevreye verdikleri zararlar ve gerekse birikimlerinin sınırlı oluşu, natif enerji kaynakları arayışına sebep olmuştur.

 

Çevrenin korunması, gelecekte insan yaşamı ve çevre dengeleri üzerinde oluşabilecek tehditlerin önlenmesi, ulusal kaynaklardan en üst düzeyde yararlanılarak ülkelerin enerji kaynakları arz güvenliğinin sağlanması, natif enerji kaynaklarının geliştirilmesini ve kullanılmasını gerekli hale getirmektedir.

 

Böylece, enerjinin karşılanma ihtiyacına bağlı olarak güneş, rüzgâr, jeotermal, biokütle, hidrojen gibi natif enerji kaynakları üzerine araştırma geliştirme çalışmaları yoğunlaşmıştır. Bu gerçeğin paralelinde günümüzde ortaya ‘yeni enerji düzeni’ adı altında bir söylem atılmıştır. Yeni enerji düzeni nedir ?

 

Türkiye enerjide bir transit yol olarak mı kalacaktır, böyle bir konum hangi bedel ve kazanımlara sebep olacaktır ?

 

Bu bağlamda, yeni enerji düzeninde fosil yakıtların, yenilenebilir kaynakların ve nükleer enerjinin rolünü, küresel enerji siyasetinde Türkiye’nin nasıl bir konjonktürde yer aldığını, hangi aktörlerin bölgesel ve küresel düzeylerde yükselerek natif güçler haline geleceğine ele almak gerekecektir. Alternatif enerji kaynaklarından güneş enerjisi, sonsuz ve yaygın bir kaynak olması, doğrudan elektrik enerjisine dönüştürülebilmesi gibi avantajları sebebiyle hızla yaygınlaşmaktadır.

 

Bu sebeple güneş elektriğinin, Türkiye’nin enerji çeşitliliği, tedariği ve bağımsızlığı yolundaki önemi, yeri üzerinde önemle durulmalıdır. Güneş enerji kaynağı, yerel yönetimlere, yerelleşme girişimlerine ve enerji bağımsızlığı çabalarına fırsatlar sunmaktadır.

 

Bu fırsatların arka planında ise, sürdürülebilirlik, çevre koruma, enerjide arz güvenliği ve enerji bağımsızlığı gibi çok daha sağlam temeller üzerine oturmuştur. Güneş enerjisinden elektrik elde edilmesinde en yaygın teknoloji olan fotovoltaik teknolojisi, dünya ölçeğinde büyük bir hızla büyüyen bir pazar hacmine sahiptir.

 

Farklı teknolojileri içeren fotovoltaikler, piyasada hakim fosil enerji teknolojileri ile rekabet edebilmeleri için devletler tarafından desteklenmektedirler. Bu destekler gelişmiş ülkelerde önce teknoloji geliştirme ve Arge destekleri şeklinde başlamış (1970’ler), küçük ölçekli sistemlere talebin uyarılması için çatı programları ile devam etmiş 1990’ların ortalarından itibaren Almanya’dan başlayarak talep esaslı şebeke beslemeye teşvik düzenlemeleri gelmiştir.

 

Türkiye’de öncelikli olarak atılması gereken 2 adım atılmadan 2009’lara gelinmiş ve AB adaylığının da baskısı ile yenilenebilir enerji kaynakları ile ilgili çeşitli destek düzenlemeleri gündeme gelmeye başlamıştır.

 

2. BAŞLANGIÇ NOKTAMIZ

Modernizmin beraberinde getirdiği sanayi devrimi insanoğluna bağımsızlık, özgürleşme ve refah yolunda önemli vaatler içeriyordu. David Harvey’in postmodernliğin durumu eserinde değindiği gibi, bu vaatler, ancak ve ancak çevrenin fethedilmesi ile gerçekleşecekti.

 

Buhar makinesi ve fosil yakıtlara dayalı sanayileşme ve enerji tedariği süreci, 1.ve 2. dünya savaşlarına sebep olmuş, 1970’lerdeki ilk petrol krizine kadar da etkinliğini ve vazgeçilmezliğini sürdürmüştü.

 

1970’lerde bu sürecin sağlıklı olmadığı ve sürdürülemeyeceği gerçeği anlaşılmaya başlandı. Aslında ilk sinyaller, Sanayi devrimi paralelinde, Rachel Carson gibi ekologlar, Roma kulübü gibi sivil toplum örgütleri, Ciam hareketi benzeri meslek birlikleri tepkileri eşliğinde 1970’ler öncesinde tartışılmaya başlanmıştı ancak Stockholm gibi uluslararası toplantılar ve Ortak Geleceğimiz gibi raporlar paralelinde 1970’lerin başında çok ciddi silkelenmeler başladı.

 

Enerji kaynaklarına bağımlılık tartışmaları ve sorunsuz, sınırsız ve güvenilir enerji kaynakları da işte tam bu dönemde sorgulanmaya başlandı ve bu doğrultuda ele alınan Güneş Enerjisi en büyük umut kaynağı olarak tanımlanıyordu.

 

Günümüze gelindiğinde ise, Enerji, çevre, ekonomi ve politika, iç içe girmiş önemli konulardan bazılarıdır. Bu yüzden her biri diğeri ile adeta özdeşleşmiştir.

 

Sürdürülebilir kalkınma kavramının yapıtaşlarını oluşturan bu konular, günbegün fosil yakıt bağımlısı haline dönüşen bir Türkiye için, enerji arz güvenliği bağlamında çok önemli hale gelmektedir.

 

Türkiye’nin enerjide, gitgide artan dışa bağımlılığından dolayı, uzun vadede, özellikle gelecek nesiller için, ciddi enerji, çevre ve ekonomi krizlerine gebe bir ülke haline dönüşme potansiyeli hızla yükselmektedir.

 

Bu durum beraberinde ekonomik krizleri, enerji darboğazlarını ve çevresel yıkımları getirebilecektir. Güvenlik kavramı, ister geleneksel, ister çevresel, isterse enerji güvenliğini tanımlasın, genelde bir ülkenin varlığını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmesi için gerekli olan ve ulusal güç öğelerinin, ulusal politika ve stratejiler çerçevesinde kullanılmasını öngören bir kavramdır.

 

Ulusal güç öğesi önceleri yalnız savunma ve askeri anlamda algılansa da günümüzde ekonomik güç, sosyal güç, gelişme gücü, enerji gücü ve sahip olunan çevresel kaynaklar da ulusal güç öğeleri arasında anılmaya başlanmış ve birbirleri arasındaki etkileşim nedeniyle güvenlik kavramı, bütün bu öğeleri kapsayacak şekilde genişletilmiştir.

 

Ne var ki, güvenliğin yalnız ulusal sınırlar içinde sağlanamayacağı, alınacak önlemlerin ve yapılacak eylemlerin, o ülkenin jeopolitik konumu ve ekonomik gücü ile orantılı olarak bölgesel, kimi zaman da küresel ölçekte ele alınması gerektiği de bilinen bir gerçektir.

 

3. ÖNCELİKLERİMİZ

Enerjinin günlük yaşantımız içindeki yeri, üretim süreçlerine katkısı, tartışma götürmez bir gerekliliktir. bu gereklilikten dolayı, enerji güvenliği kavramı beraberinde bir dizi kriteri gerekli kılar.

 

- Enerji elde edilecek kaynakların ulaşılabilirliğinin kolay olması ve sürekliliğinin sağlanması,

 

- Yenilenemeyen kaynaklardan çok yenilenebilir kaynaklara yönelinmesi,

 

- Tek tür kaynağa bağımlı kalınmaması ve kaynakların çeşitlendirilmesi,

 

- Dışa bağımlı kaynaklar yerine yerli kaynaklara ağırlık verilmesi,

 

- Yalnız kaynaklarda değil, yapılacak enerji yatırımlarında da dışa bağımlı olunmaması,

 

- Herhangi bir nedenden doğabilecek üretim ve iletim aksamasına karşı ivedi önlemlerin alınması ve yönetim stratejilerinin belirlenmesi,

 

- Enerji üretiminde ve iletiminde verimliliğin esas alınması,

 

- Enerji tüketiminde tasarruf modellerinin ve teknolojilerinin adapte edilmesi,

 

- Enerji üretiminde çevresel kaynaklar kullanılırken bu kaynakların kendilerini yenileme hızlarının da değerlendirmelere katılması,

 

- Gerek kaynak çeşidinin, gerek enerji üretim modelinin çevreye zarar vermeyecek biçimde seçilmesi,

 

- Enerjinin üretilmesi sırasında, sonrasında, depolanmasında ve iletiminde çevresel etkilerin dikkate alınması,

 

- Enerji elde edilmesini artırırken, belli bir bölgede yaşayan canlıların yaşamsal niteliklerini kalitelerini değiştirmemeye, bu bağlamda çevresel güvenliği tehdit etmemeye önem verilmesi,

 

-Sürdürülebilirlik kavramının gerekleri doğrultusunda politikalar oluşturulması,

 

- Küresel çevre sorunlarının ve politikalarının önemsenmesi Yenilenebilir enerji kaynakları bu kriterlerin çoğunun içini doldurabilmektedir.

 

Uluslar arası enerji Ajansı tanımına göre, yenilenebilir enerji, sürekli olarak tekrarlanan doğal süreçlerin ürünüdür. Bu enerji kaynakları, çok farklı şekillerde bulunabilir, doğrudan veya dolaylı bir şekilde, güneşten veya yer kabuğunun derinliklerinden çıkarılan ısıdan elde edilir.

 

Güneş, rüzgar, biyokütle, biyoyakıtlar, jeotermal, hidrolik güç, okyanus kaynakları ve hidrojen enerjisi olarak tanımlanabilir. Çok eski çağlardan beri bu kaynaklardan su pompalanmasında, tahılların öğütülmesinde, kurutmada, ısıtmada ve yelkenli gemilerde faydalanılmaktadır.

 

Buharlı makinelerin keşfi ile başlayan sanayileşme, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını azaltmıştır. Petrol ve kömür egemenliğine dayanan enerji çağı son iki yüzyıl boyunca devam etmiş ve 1973’deki petrol krizi, ilk kez enerji kaynakları konusunda bir güvensizlik endişesini ortaya çıkarmıştır.

 

Bu güvensizlik bütün dünyada yenilenebilir enerji kaynaklarına karşı ilginin yeniden uyanmasına neden yeniden azalmış, ancak enerji güvenliği kavramı kalıcılığını korumuştur. 2.000’li yılların ardından ise kaçınılmaz olan problemli senaryo yeniden belirmiş ve bu sefer yenilenebilir enerjiler kalıcı şekilde gündeme gelmiştir.

 

Öte yandan, 1990’lı yıllarda daha da güçlenen çevre bilinci, fosil kaynaklara dayalı enerji üretim ve tüketiminin yerel, bölgesel ve küresel seviyede çevreyi tahrip ettiğinin ve doğal kaynakları olumsuz etkilediğinin daha da açık bir şekilde anlaşılmasını sağlamıştır.

 

1970’li yılların ve Stockholm konferansının ardından, 1980’li yılların sonlarından başlayarak insanın iklim sistemi üzerindeki olumsuz etki ve baskısını azaltabilmek amacıyla Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde hazırlanan ‘iklim değişikliği Çerçeve sözleşmesi’ 1992 yılında Rio’da düzenlenen Çevre ve Kalkınma konferansında ülkelerin imzasına açılmış, bu sözleşme ile gelişmiş ülkelere, 2000’li yıllarda sera gazı emisyonlarını 1990 yılı düzeylerine indirme yükümlülüğü getirilmişti.

 

1997’de Kyoto’da yapılan taraflar konferansında hazırlanan Kyoto protokolü ile de, imza sahibi ülkelere 2008-2012 yılları arasında dönem içi sera gazı salınımlarını 1990 yılı seviyelerine göre en az %5 azaltma yükümlülüğü getirilmiştir. Bütün bu gelişmeler, hemen hemen her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de, yenilenebilir enerji kaynaklarının önemini arttırmıştır.

Deniz Selkan Polatkan / www.enerjienergy.com / 30.12.2009

BU BÖLÜMDEKİ DİĞER BAZI BAŞLIKLAR